6 Şubat 2017 Pazartesi

BİR MEŞRÛTİYET DÖNEMİ KURGUSU: HORUS’UN GÖZÜ



            Geçen hafta sonu yeni çıkan bir kitâbı aldım. Serdar Alp Öztürk’ün “Kıyamete Dört Kala, Horus’un Gözü, İstanbul” adlı romanı, kendisinin ilk romanı olma özelliğini taşıyor. Büyük ihtimâlle romanı ilk okuyanlardan biri olarak kendimi şanslı hissettiğimi söyleyerek başlayabilirim.

152 sayfa olan eseri, oldukça akıcı olan dili sâyesinde birkaç saât içerisinde okumak mümkün. Bununla berâber yazar, olay kurgusunu oldukça başarılı bir biçimde kurmuş. Hiçbir noktada mantık dışı unsur yer almadığı gibi olayların birbirine bağlantısı da çok iyi oluşturulmuş.

Yazarın betimlemeleri de oldukça başarılı. Bu noktada yazarımızı tebrik etmemiz gerekiyor. Özellikle İstanbul’a dâir anlatımları okurken, kendinizi olayın parçası olarak buluyorsunuz. Betimlemelere bakılarak dönemin İstanbul’u ile romanda yer alan birçok yere ilişkin, yazarın çok iyi araştırma yaptığını söyleyebilirim. Bu noktada dönem içerisinde İstanbul’da yaşanan birçok olaya da yazar tarafından vurgu yapıldığını görüyoruz ki, bu da romana ayrı bir hava katıyor.

            Eser, Meşrûtiyet Osmanlısı’nda geçiyor ve esâs olarak dünyâyı sömürdüğü ve yönetmeye çalıştığı düşünülen masonik güçlerin Osmanlı üzerindeki planları üzerine gâyet iyi bir şekilde ilerliyor. Roman, üç karakter üzerinden hareket ediyor ve İstanbul’dan başlayıp, Haleb’e, oradan da Bâbil’e ve tekrâr Haleb üzerinden İstanbul’a uzanan bir yolculuğun hikâyesi, Sultânahmet’teki Dikilitaş’ın üzerinde yer alan Horus’un Gözü figürü esâs alınarak anlatılıyor… Osmanlı’nın son döneminde gerçekleştirilen ve maâlesef pâdişâh tarafından onay verilen sözde arkeolojik kazıların asıl amacının sorgulanması ve vurgulanması ise dikkâte değer bir durum. Ayrıca İstiklâl Savaşı yıllarında İstiklâl için olumlu ya da olumsuz önem oluşturan birçok yerin lehte ya da aleyhte yer bulduğunu da görüyoruz ki, bu durum, hem romana ayrı bir heyecân ve gizem katmış, hem de dönem şartlarında Osmanlı’nın ve Türklerin nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğunu güzelce göstermiş.

            Bunların yanında romanın, son döneminde Osmanlı’nın yıkımı için uğraşan, özellikle Arabları harekete getirmeye çalışan İngiliz ve Batılı güçlere karşı istihbârat operasyonlarında şehîd düşen nice isimsiz kahramana yönelik sessiz ve içten bir selâm olduğunu da söylersek, pek yanılmış olmayız. Bu yönüyle de eser, ayrı bir övgüyü hak ediyor. Elbette vatânî ve millî duygularımızı okşayan birçok eser var. Ancak bunu başarılı ve etkileyici bir biçimde yapmak ve sunmak, her zaman takdiri gerektiren bir durumdur.

            Heyecânın hiç bitmediği eser, vurucu ve etkileyici bir sona sâhib olsa da, bana göre bir devâm romanına kapı aralayacak ya da izin verecek şekilde sonlandırılmış. Bu da beni ister istemez, ikinci roman için beklentiye soktu. Bu elbette bir roman için güzel bir şey.

            Târih ile gizemi bir arada yaşamak isteyen okuyucular, bu eseri kesinlikle tavsîye ederim. Dolayısıyla yazarımıza böyle bir eseri, bize kazandırdığı için teşekkür ederim… Okuyunuz efendim…

KUTLU ALTAY KOCAOVA
06.02.2017