Geçen hafta sonu yeni çıkan bir kitâbı aldım. Serdar Alp
Öztürk’ün “Kıyamete Dört Kala, Horus’un Gözü, İstanbul” adlı romanı, kendisinin
ilk romanı olma özelliğini taşıyor. Büyük ihtimâlle romanı ilk okuyanlardan
biri olarak kendimi şanslı hissettiğimi söyleyerek başlayabilirim.
152
sayfa olan eseri, oldukça akıcı olan dili sâyesinde birkaç saât içerisinde
okumak mümkün. Bununla berâber yazar, olay kurgusunu oldukça başarılı bir
biçimde kurmuş. Hiçbir noktada mantık dışı unsur yer almadığı gibi olayların
birbirine bağlantısı da çok iyi oluşturulmuş.
Yazarın
betimlemeleri de oldukça başarılı. Bu noktada yazarımızı tebrik etmemiz
gerekiyor. Özellikle İstanbul’a dâir anlatımları okurken, kendinizi olayın
parçası olarak buluyorsunuz. Betimlemelere bakılarak dönemin İstanbul’u ile
romanda yer alan birçok yere ilişkin, yazarın çok iyi araştırma yaptığını
söyleyebilirim. Bu noktada dönem içerisinde İstanbul’da yaşanan birçok olaya da
yazar tarafından vurgu yapıldığını görüyoruz ki, bu da romana ayrı bir hava
katıyor.
Eser, Meşrûtiyet Osmanlısı’nda geçiyor ve esâs olarak
dünyâyı sömürdüğü ve yönetmeye çalıştığı düşünülen masonik güçlerin Osmanlı
üzerindeki planları üzerine gâyet iyi bir şekilde ilerliyor. Roman, üç karakter
üzerinden hareket ediyor ve İstanbul’dan başlayıp, Haleb’e, oradan da Bâbil’e
ve tekrâr Haleb üzerinden İstanbul’a uzanan bir yolculuğun hikâyesi,
Sultânahmet’teki Dikilitaş’ın üzerinde yer alan Horus’un Gözü figürü esâs
alınarak anlatılıyor… Osmanlı’nın son döneminde gerçekleştirilen ve maâlesef
pâdişâh tarafından onay verilen sözde arkeolojik kazıların asıl amacının sorgulanması
ve vurgulanması ise dikkâte değer bir durum. Ayrıca İstiklâl Savaşı yıllarında
İstiklâl için olumlu ya da olumsuz önem oluşturan birçok yerin lehte ya da
aleyhte yer bulduğunu da görüyoruz ki, bu durum, hem romana ayrı bir heyecân ve
gizem katmış, hem de dönem şartlarında Osmanlı’nın ve Türklerin nasıl bir
düşmanla karşı karşıya olduğunu güzelce göstermiş.
Bunların yanında romanın, son döneminde Osmanlı’nın
yıkımı için uğraşan, özellikle Arabları harekete getirmeye çalışan İngiliz ve
Batılı güçlere karşı istihbârat operasyonlarında şehîd düşen nice isimsiz kahramana
yönelik sessiz ve içten bir selâm olduğunu da söylersek, pek yanılmış olmayız. Bu
yönüyle de eser, ayrı bir övgüyü hak ediyor. Elbette vatânî ve millî
duygularımızı okşayan birçok eser var. Ancak bunu başarılı ve etkileyici bir
biçimde yapmak ve sunmak, her zaman takdiri gerektiren bir durumdur.
Heyecânın hiç bitmediği eser, vurucu ve etkileyici bir sona
sâhib olsa da, bana göre bir devâm romanına kapı aralayacak ya da izin verecek
şekilde sonlandırılmış. Bu da beni ister istemez, ikinci roman için beklentiye
soktu. Bu elbette bir roman için güzel bir şey.
Târih ile gizemi bir arada yaşamak isteyen okuyucular, bu
eseri kesinlikle tavsîye ederim. Dolayısıyla yazarımıza böyle bir eseri, bize
kazandırdığı için teşekkür ederim… Okuyunuz efendim…
KUTLU
ALTAY KOCAOVA
06.02.2017