14 Eylül 2016 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN YAKIN TÂRİHİ: PARALELİN KÖKENLERİ



“Gülen Okulları” adıyla anılan gerek Türkiye’deki ve gerekse Türk Cumhuriyetleri’ndeki okulların da bir amacı budur. Yani, nurculuk önderliğindeki İslamcılık artık devlete karşı cephe açmaktansa, devlete sızarak hâkim olmayı tercih etmiştir ve bunu da sistemli bir şekilde yürütmektedir. Bunun sonucunda ise bir gün, Gülen’in sermayesi, kadrosu, askeri, polisi bir güç olarak Türk milletinin karşısına dikilecektir!”[1]

            Temmuz 2016’da Aygan Yayıncılık bünyesinde bir kitâb yayınlandı. Sayın Hayri Yıldırım’ın 1996-2003 yılları arasında farklı isimlerle Yeni Hayat ve Türk Yolu dergilerinde yayınladığı makâlelerin derlemesinden, yeniden düzenlenmesinden ve günümüz olaylarının eklenmesinden oluşan “Paralelin Kökenleri – Nurslu Kürt Said’den Fethullah Gülen’e Nurculuk Kürtçülük Emperyalizm” adlı kitâbı, üzerinde özellikle durulması gereken bir eser. Üstelik 15 Temmûz 2016 târihinde yaşanan darbe girişiminden dolayı da, tam anlamıyla bir örtüşme gerçekleşti.

            Eser, yazarın 1996-2003 yılları arasında yazdıklarından oluştuğu için bu döneme ve bu dönemin hemen öncesine dâir çok önemli bilgileri de barındırıyor. Yâni Fethullah Gülen hareketi ile ilgili kim ne demiş, kim nasıl desteklemiş, yanında yer almış, bunların hepsinin yer aldığı bir eser.  Kitâbın adının ilk kısmı, günümüzdeki “paralel” tanımlamasından hareketle oluşturulmuş ama ikinci kısmı ise Kasım 1996 ve Mart 1997 târihleri arasında beş sayı olarak Yeni Hayat dergisinde yazarın müsteâr adlarından Bilge Orhunlu adıyla yayınlanan “Nurslu Kürt Said’den Fethullah Gülen’e Nurculuk Kürtçülük Emperyalizm”den alıyor.

            Yukarıda alıntı yaptığım kısım da, yazarın 20 yıl evvel Yeni Hayat dergisinde yazdığı bu seri yazıdan alıntı ve her yönüyle ciddî bir öngörü olarak tebrîk edilmesi gerekiyor. Zâten söz konusu derginin yayın çizgisi ve yazarların birçoğunun yazılarına ve çizgisine bakıldığında da bu görülebilecek bir durum.

Bununla berâber eseri okuyacak kişilerin, öncelikle bir bilimsel ya da edebî beklentilerinin olmaması ve eserin bir “siyâsî derleme” olduğunun bilinmesi gerekiyor. Yâni eserin dilinin edebî açıdan zayıf olması ya da bilimsel çizgiden uzak olması, eser için bir eksiklik değil. Zîrâ bu esere değer katan anlatım tarzı değil, doğrudan anlattıkları ve bugünle olan ilişkisi.

            Ayrıca kitâbın içerisinde bâzı çelişkiler olduğunu da belirtmek gerekir. Elbette bir dergi derlemesi olduğu için bu anlaşılabilir ama bir cümlede söylenilen, bir sonraki cümlede tekzîb edildiği için okuyanların dikkâtini çekecek ve kitâba dâir soru işâretlerine yol açacaktır. Yazar, Nûrcu gruplardan Med Zehra adlı grubu anlatırken, bir yerde şöyle demektedir:

            “Yani bu grup açıkça Kürtlük unsuruna dayalı orjinal Nurculuğu savunmaktadır. Diğer bir deyişle, bugün olduğu gibi, kendini Türk-İslâm sentezi kisvesi altında gizleyip Said’in Kürtlüğünü kamufle etmektedir.”[2]

            Görüldüğü üzere ilk cümle ile ikinci cümle, birbirinin karşıtıdır. Normal şartlarda bir kitâbı değerlendirirken, içerisinden bilgi vermemeye dikkât ederim. Ancak böylesi önemli bir eserde yer alan bir hat’ânın ikinci baskıda düzeltilmesi umûdu ve esere zarar vermesini önleme düşüncesiyle belirtmeyi gerekli görüyorum.

            Ayrıca eser, yazarın sâdece Nûrculuk ve Gülen hareketine dâir yazdıklarından oluşmuyor. Aynı zamanda Rûm ve Ermenî mes’elesi konularındaki yazıları da yer alıyor. Bunun yanında ünlü ulusalcı yazar Ergün Poyraz’ın “Said-i Nursî’den Demirel ve Ecevit’e Fethullah’ın Gerçek Yüzü” adlı kitâbında, Hayri Yıldırım’ın müsteâr adı olan Bilge Orhunlu’dan intihâl yaptığı iddiâsı da yer alıyor ki, bu gerçekten çok ciddî bir iddiâ. Yazar, bu intihâl suçlamasını yine Bilge Orhunlu adıyla, 2002 yılında Türk Yolu adlı dergide yapmıştı. Çok sevdiğim rahmetli Oğuz Şaban Duman’ın yazılarından dolayı haberdâr olduğum Türk Yolu Dergisi’nde Bilge Orhunlu adıyla yayınlanan bu yazıyı hatırlıyorum. Her ne kadar Sayın Hayri Yıldırım’ın iddiâları, iknâ edici ve dayanaklı olsa da, yine de Ergün Poyraz’ın yanıtlarını da, varsa, bilmek gerekir.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, kitâbı okuyacak olanlar, 20 yıl evvelki Türkiye’nin nasıl olduğunu görebilirler. Hangi siyâsetçilerin, zenginlerin, san’atçıların, neler söylediğini, yaptığını görebilirler. Bu kitâbı okuduğunuzda 90’ların Türkiyesi’ni tanımanız kolaylaşacağı gibi 2000’ler ve günümüz Türkiyesi’ni de anlamış olacaksınız ve bu, bana göre çok önemli ve değerli. Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğini ve Adâlet ve Kalkınma Partisi iktidârından önceki dönemlerde neler olduğunu bilmek için çok önemli...

Okuyunuz, efendim...

14.09.2016
KUTLU ALTAY KOCAOVA



[1] Yıldırım, Hayri, Paralelin Kökenleri – Nurslu Kürt Said’den Fethullah Gülen’e Nurculuk Kürtçülük Emperyalizm, s.149-150, Aygan Yayıncılık, İstanbul, Temmuz 2016
[2] a.g.e., s.104

26 Haziran 2016 Pazar

KADIKÖYÜ'NÜN YAZARI SAFİYE EROL




            Safiye Erol... Türk edebiyâtının adı az bilinen, ancak san’atıyla zirvede olan isimlerinden biri. Hattâ bana göre en büyüğü... Ancak ne yazık ki, kendisi, eserleriyle berâber az bilinen bir kıymettir. Eserlerinin dünyâ klasikleri arasında yer alan birçok eserle, özellikle Alman ve Fransız edebiyâtının temsilcileriyle, boy ölçüşebilecek kalitede olması, kendisinin san’at ve edebî değerini göstermektedir.

         Safiye Erol’un eserleri arasında İstanbul ve özellikle Kadıköy’ün yeri ayrıdır. Öyle ki, 1938’de yayınlanan ilk romanı da, “Kadıköyü’nün Romanı” adını taşımaktadır. Ayrıca 1944’de yayınlanan “Ülker Fırtınası” ile 1955 yılında yayınlanan son romanı “Dineyri Papazı” da, mekân olarak Kadıköy’de geçen romanlardır.

            Yazarın sâhib olduğu anlatım yeteneği, her üç kitâbda da, karşımıza birbirinden güzel Kadıköy fotoğrafları sunmaktadır. Kadıköyü’nün Romanı, yaz mevsiminde Fener Burnu (İnci Burnu) ve Kadıköy sâhilinin görüntüsü ile başlar. Roman, birkaç gencin Kadıköy’ün farklı semtlerinde yaşadıkları aşklarıyla, eğlenceleri, mâcerâlarıyla geçer. Bu arada Kadıköy, Moda, Bahâriye, Kalamış, Fenerbahçe, Hasanpaşa, Gazhâne, Acıbâdem, Feneryolu, Suâdiye, Bostancı, Göztepe gibi semtlere dâir muazzâm tasvîrler yer alır. Öyle ki, Kadıköy’e dâir yapılan anlatımlarda şimdiye kadar, böylesine başarılı bir anlatımı görmedim.

            Kendisi mekân anlatımına, ayrı bir özen göstermekte ve bu noktada bir roman değil de, bir gezi kitâbı kaleme alır gibidir. Kadıköy Romanı’nı okuyanlar, Moda’dan Yoğurtçu Parkı’na inen Şifâ Yokuşu’ndan Bahâriye gidişin kaç dakîka sürdüğünü görebilirler; Dineyr Papazı’nı okuyanlar, Kadıköy’den ya da Fenerbahçe’den Gazhâne’ye (Hasanpaşa) hangi yollardan ve nasıl gidileceğini görürler. Ayrıca Gazhane semtinden (Günümüzde Hasanpaşa Gazhânesi’nin arkası ve yan tarafında kalan bölge) Fikirtepesi’ne bakışa dâir anlattığı manzara müthiştir. Üstelik günümüzde içler açısı bir kentsel dönüşüm geçiren Fikirtepe’ye dâir bu satırları okumak, yaz ortasında meltem etkisi yaratmaktadır. Ülker Fırtınası’nda da Kadıköy’den Feneryolu’na ya da Suâdiye’ye gidişi anlatırken, büyük bir hayrânlığa kapılmamak imkânsızdır. Özellikle roman kahramanının Feneryolu’ndaki köşkünden Kalamış ve Fenerbahçe’ye gidişine dâir anlatımlar, âdetâ fotoğraf etkisi yapmaktadır. Kalamış’taki, fotoğraflardan tanıdığımız, eski kahvehâneden Moda’ya ve Marmara Denizi’ne bakışı anlattığı satırlar, çok güzeldir.

            Safiye Erol, Kadıköy’ü anlattığı üç romanında da Kadıköy’ün hem zengin insanlarına, hem de yoksul insanlarına dâir çok etkileyici ve gerçekçi çıkarımlar da yapmaktadır. Bu arada sonradan benimseyeceği Rûfâîliğin de etkisiyle olsa gerek, tasavvûfî anlatımlar da öne çıkmaktadır. Meselâ Ülker Fırtınası’nda kahramanımızın babası rolünde bir Bektâşî dedesi görülmektedir. Ama burada İslâmî bir bakış görülmediği gibi sâdece Allah inancını öne çıkartmaktadır.

            Bana göre yazarımızın romanlarında ahlâk anlayışındaki farklılık öne çıkmaktadır. Hem Dineyr Papazı’nda, hem Ülker Fırtınası’nda ana karakterler, evli erkeklere âşık olan ve bu şekilde hayâtını sürdüren iki kadındır. 1930’lu yıllarda geçen bu romanlarda, yazarımız, bu kadınlara önyargılı yaklaşmadığı gibi onların aşklarını âdetâ kutsamakta ve en sonuna kendi irâdelerinin sonucu olarak bu ilişkiler, sona ermektedir. Burada yazarımız, ismini vermediği bir feminizm sergilemekte ve kadın irâdesi ile sevgisinin gücünü, çok estetik ve edebî bir biçimde sergilemektedir.

            Sâfiye Erol’u okuyanlar, bir yandan ideâl ahlâkı, aşkı, sevgiyi, sadâkati, olabilecek en estetik ve edebî bir biçimde görmekte, bir yanda hayâtının merkezinde olan Kadıköy’e dâir müthiş anlatımlar, bir yanda da 1930’lu yılların Türkiyesi’ne ve Türk inkılâbına dâir aktarımlar görmektedir...


            Bu yazı, objektif bir edebiyât yazısından öte, Sâfiye Erol’a duyulan hayranlığın, Kadıköy özelinde ifâdesidir. Safiye Erol’un şâheseri olan Ciğerdelen’i ise ayrı bir yazıyla ele alacağım. Edebî ve estetik zevki tatmak isteyen, 1930’lu yılların Türkiyesi’ni ve Kadıköyü’nü tanımak isteyenlerin mutlâka okuması gereken bir yazardır... Tavsîye ederim, efendim... Okuyunuz...      

26.06.2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA

7 Haziran 2016 Salı

VARLIĞIN SORGULAMASI - TATAR ÇÖLÜ


            İtalyan edebiyâtının büyük isimlerinden Dino Buzzati’nin büyük eseri... Tatar Çölü... Türkçe baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkan eser, herkesin unuttuğu bir sınır kalesi olan Bastiani Kalesi’nde geçiyor. Berâberinde de bir militarizm sorgulaması ve İtalyan düşüncesinin temelinde yer alan Türk-Tatar korkusunu ele alıyor.

            Romanın ana kahramanı, kahraman olma hayâlleri kuran genç bir subay. İlk görev yeri olan bu sınır kalesine atanmadan evvel genelde silik bir görüntü çizen bu karakter, görev yerine ulaştıktan bir süre sonra buraya dâir anlatılanların etkisiyle kendisini düşman saldırısını engelleyecek kahraman bir subay olarak görmekte ve bunun hayâlini kurmaktadır.

            Sınır kalesi, adına Tatar Çölü denen, uçsuz bucaksız bir düzlüğe bakmaktadır ve buradan sürekli olarak bir saldırı beklenmektedir. Her ne kadar artık ne silâhlı kuvvetler, ne de hükûmet, böyle bir beklenti içinde olmasa da, Tatar Çölü, kaledekilerin yaşama sebebidir. Burada aslında genel olarak İtalyan bilinçaltına yerleşmiş Türk-Tatar korkusunu görüyoruz. Zâten kitâbın adı da buradan geliyor.

            Bu hayâlî kale ile hayâlî çöl ile bu hayâlî çölden medeniyete saldıracak olan barbar Tatarları engelleyecek kahramanlar... İnsanoğlu, her zaman kendi yaptıklarına bir anlam yüklemeye çalışır. Anlamlı hareket etmek, bir nevî bedeldir, aslında. Dolayısıyla yitip giden, yaşanmamış, hebâ edilmiş bir hayâtın anlamı... Daha doğrusu bedeli... Var olmayan düşmâna karşı tetikte beklemek... Buradaki hayâlî düşmân üzerinden yaratılan kahramanlık algısı, aslında temelde Türk-Tatar korkusuna yönelik büyük bir eleştiridir. Bu yönüyle de çok önemlidir.

            Bir diğer yönü de militarizme yönelik eleştirisidir. Kahraman olmak isteyen askerlerin, savaş isteğinin gücü görülür. Çöldeki her ışık ya da her hareket, inanılmaz bir hareketliliğe, söylentilere yol açar ve yeniden eski umutların canlanmasına yol açar. Bu kaledeki askerler için beklenen düşmân saldırısı, bir umuttur. Yâni artık var olan durumu, vatanını koruma isteği değildir. Şân ve şeref sâhibi olma isteği de değildir. Hattâ hep var olan kahraman olma isteğini de aşmıştır. Artık var olan bir hayâlin peşinden hebâ edilen bir hayâta anlam katmaktır. Yâni yitip gidenlere bahâne bulmaktır, aslında.

            Dino Buzzati, militarizme, bilinçaltındaki Türk-Tatar korkusuna ya da ömrünü hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayâllerin peşinden sürükleyenlere yönelik bu eleştiriyi yazarken, aslında bütün bir evrenin ya da insanlığın sorgulaması vardır. Ne için yaşıyoruz ya da vazgeçtiğimiz şeylerden ne için vazgeçiyoruz? Peki, uğruna vazgeçtiklerimiz, vazgeçtiklerimiz kadar gerçek mi? Eğer gerçek değilse, hangi dürtü ya da amaç, insanları gerçek olmayan şeyler için kendi hayâtına hebâ etmeye yöneltebilir ki? Bu durumda, bu dürtü ve amaçlar ne kadar gerçektir, ne kadar inandırıcıdır? İşte, müthiş bir sorgulama... Varlığımızın varoluşsal sorgulaması... Franz Kafka ya da Albert Camus gibi...

            Bununla berâber bütün bunların ötesinde ne Türk-Tatar korkusunu, ne militarizmi, gözümüze sokmadan anlatan, sorgulatan, edebiyâtla felsefeyi birleştirip, okuyucunun beyninde müthiş sorular sorduran bir yazar var...

            Okumak güzeldir... Sormak güzeldir... Sorgulamak güzeldir...

            Okuyunuz, efendim... Sorunuz, sorgulayınız, sorgulatınız...

7 Haziran 2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA

6 Mayıs 2016 Cuma

KIRMIZI GÜNCE - YARATILIŞ - YARATILIŞ MİTOLOJİSİNİN FANTASTİK KURGUSU



"Hayır Ashkar neden sevdiğinden korkasın ki? Ayrıca bu sorgusuz itaat etmende senin büyük bir yükün olacak bana inan kardeşim. Bunu hissedebiliyorum. Kime bağlanırsan, seni en çok o kullanır." (s.5)

            Kırmızı Günce – Yaratılış... Genç yazar Mücahit Gezen’in yazdığı fantastik bir yaratılış romanı. Tanrı’nın evreni, varlıkları, cennet ve cehennem ile dünyâyı ve insânları yaratmasının romanı. Diyebiliriz ki, vahiy dînlerinin yaratılış mitolojisinin, fantastik bir kurgusu.

            Eser kaynağını, vahiy dînlerinin yaratılışa dâir anlatımlarından alıyor. Ancak tabiî olarak isimler değişmiş. Olaylar ve yaşananlar da elbette kurgunun içerisinde yeni bir şekilde karşımıza çıkmış. Kırmızı Günce adlı serinin ilk kitâbı olan eser, aslında iki bölümden oluşuyor. Biri, Tanrı Jalne’nin insanı yaratmasının öncesinde ve sonrasında meleklerin aralarındaki ilişki; diğeri de dünyâda var olan insanların kötü güçlerle mücâdelesi.

            Yazarımız, âdetâ yeni bir mit ortaya koymuş. Bununla berâber Tanrı’nın, meleklerin, şeytânların ve insanların isimlerine bakıldığında ortaya konan bu mit, oldukça Batılı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Gerçi kullanılan isimler, Batı dillerinde de yer almıyor. Ancak insanların ülkesi olarak nitelenen Daorion adındaki Yunanca ek gibi örnekler, bu durumu ortaya koyuyor. Tabiî, bunda son dönemde hızla gelişen fantastik edebiyâtın etkisinin olduğu göz ardı edilemez. Ancak bu durum, eseri yabancılaştırmadığı gibi okumayı da etkilemiyor. Ayrıca Ortaya koyduğu cennet ve dünyâ sahnesi, antik Yunan’ı anımsatıyor. Aynı şekilde ortaya konan tanrı sahnesi de, deist ve şamanist inançlardaki tanrı sahnesini anımsatıyor.

            Eserin dili oldukça akıcı ve sâde. Bu durum, kitâbın okunmasını kolaylaştırıyor ve ayrı bir zevk sağlıyor. Ancak zaman zaman birbiriyle çelişkiye düşen cümleler görülebiliyor. Meselâ bir savaş sahnesi anlatılırken, savaşan varlığın ölümcül ve derin yaralar aldığı söylenirken, birkaç cümle sonra yaralarının önemsiz olduğu söyleniyor. Bu durum ise kitâbın okunuşunu kesintiye uğratıyor ve zarar veriyor. Ancak bunun iki defâ olması ve genç yazarımızın tecrübesizliğini göz önünde bulundurmak da gerekiyor. Bunun dışında eserin ders verici bir tarzı var. Hattâ bunun için yazıldığı düşüncesi yaratan özdeyişler de bolca yer alıyor. Ancak bunlar okumaya zarar vermediği gibi ayrı bir hoşluk katıyor.

            Eserin bu teknik incelemelerinin dışında, özellikle ilk bölümünde tanrı ve adâlet kavramlarına yönelik bir sorgulama dikkâti çekiyor. Tanrı, melek ve şeytân kavramlarıyla adâlet kavramına dâir inanılmaz etkili bir sorgulama var. Yazının başında alıntı yaptığım cümle, kitâbda başmeleklikten düşen Askham tarafından bir diğer başmelek olan Askhar’a söylenen bir söz. Aslında yazar, burada bu düşmüş başmelek üzerinden her dönemdeki insanlara söylüyor, bunu. Ancak şunu da belirtmekte fayda var. Eserin sorgulamacı yönündeki güzelliklerden biri, bu özelliğin tek bir karakterde kalmaması. Yâni bir süre Askham’da iken, sonradan da farklı farklı melekler ve insanlarda da görülmesi.

Tanrı’nın sonradan şeytânî bir lidere dönüşecek olan başmeleği ile olan ilişkisi ve bunu betimlerken kullandığı dil, oldukça güzel, başarılı, etkileyici ve cesûr. Özellikle Türkiye’de çekinilen bir alana giriyor. Özellikle günümüz Türkiyesi’nde böyle bir eseri kaleme almanın nasıl bir cesâret olduğunu sanırım söylemeye gerek bile yok. 

Çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Fantastik eserlerden hoşlananlar için güzel bir eser, okumanızı öneririm.