26 Haziran 2016 Pazar

KADIKÖYÜ'NÜN YAZARI SAFİYE EROL




            Safiye Erol... Türk edebiyâtının adı az bilinen, ancak san’atıyla zirvede olan isimlerinden biri. Hattâ bana göre en büyüğü... Ancak ne yazık ki, kendisi, eserleriyle berâber az bilinen bir kıymettir. Eserlerinin dünyâ klasikleri arasında yer alan birçok eserle, özellikle Alman ve Fransız edebiyâtının temsilcileriyle, boy ölçüşebilecek kalitede olması, kendisinin san’at ve edebî değerini göstermektedir.

         Safiye Erol’un eserleri arasında İstanbul ve özellikle Kadıköy’ün yeri ayrıdır. Öyle ki, 1938’de yayınlanan ilk romanı da, “Kadıköyü’nün Romanı” adını taşımaktadır. Ayrıca 1944’de yayınlanan “Ülker Fırtınası” ile 1955 yılında yayınlanan son romanı “Dineyri Papazı” da, mekân olarak Kadıköy’de geçen romanlardır.

            Yazarın sâhib olduğu anlatım yeteneği, her üç kitâbda da, karşımıza birbirinden güzel Kadıköy fotoğrafları sunmaktadır. Kadıköyü’nün Romanı, yaz mevsiminde Fener Burnu (İnci Burnu) ve Kadıköy sâhilinin görüntüsü ile başlar. Roman, birkaç gencin Kadıköy’ün farklı semtlerinde yaşadıkları aşklarıyla, eğlenceleri, mâcerâlarıyla geçer. Bu arada Kadıköy, Moda, Bahâriye, Kalamış, Fenerbahçe, Hasanpaşa, Gazhâne, Acıbâdem, Feneryolu, Suâdiye, Bostancı, Göztepe gibi semtlere dâir muazzâm tasvîrler yer alır. Öyle ki, Kadıköy’e dâir yapılan anlatımlarda şimdiye kadar, böylesine başarılı bir anlatımı görmedim.

            Kendisi mekân anlatımına, ayrı bir özen göstermekte ve bu noktada bir roman değil de, bir gezi kitâbı kaleme alır gibidir. Kadıköy Romanı’nı okuyanlar, Moda’dan Yoğurtçu Parkı’na inen Şifâ Yokuşu’ndan Bahâriye gidişin kaç dakîka sürdüğünü görebilirler; Dineyr Papazı’nı okuyanlar, Kadıköy’den ya da Fenerbahçe’den Gazhâne’ye (Hasanpaşa) hangi yollardan ve nasıl gidileceğini görürler. Ayrıca Gazhane semtinden (Günümüzde Hasanpaşa Gazhânesi’nin arkası ve yan tarafında kalan bölge) Fikirtepesi’ne bakışa dâir anlattığı manzara müthiştir. Üstelik günümüzde içler açısı bir kentsel dönüşüm geçiren Fikirtepe’ye dâir bu satırları okumak, yaz ortasında meltem etkisi yaratmaktadır. Ülker Fırtınası’nda da Kadıköy’den Feneryolu’na ya da Suâdiye’ye gidişi anlatırken, büyük bir hayrânlığa kapılmamak imkânsızdır. Özellikle roman kahramanının Feneryolu’ndaki köşkünden Kalamış ve Fenerbahçe’ye gidişine dâir anlatımlar, âdetâ fotoğraf etkisi yapmaktadır. Kalamış’taki, fotoğraflardan tanıdığımız, eski kahvehâneden Moda’ya ve Marmara Denizi’ne bakışı anlattığı satırlar, çok güzeldir.

            Safiye Erol, Kadıköy’ü anlattığı üç romanında da Kadıköy’ün hem zengin insanlarına, hem de yoksul insanlarına dâir çok etkileyici ve gerçekçi çıkarımlar da yapmaktadır. Bu arada sonradan benimseyeceği Rûfâîliğin de etkisiyle olsa gerek, tasavvûfî anlatımlar da öne çıkmaktadır. Meselâ Ülker Fırtınası’nda kahramanımızın babası rolünde bir Bektâşî dedesi görülmektedir. Ama burada İslâmî bir bakış görülmediği gibi sâdece Allah inancını öne çıkartmaktadır.

            Bana göre yazarımızın romanlarında ahlâk anlayışındaki farklılık öne çıkmaktadır. Hem Dineyr Papazı’nda, hem Ülker Fırtınası’nda ana karakterler, evli erkeklere âşık olan ve bu şekilde hayâtını sürdüren iki kadındır. 1930’lu yıllarda geçen bu romanlarda, yazarımız, bu kadınlara önyargılı yaklaşmadığı gibi onların aşklarını âdetâ kutsamakta ve en sonuna kendi irâdelerinin sonucu olarak bu ilişkiler, sona ermektedir. Burada yazarımız, ismini vermediği bir feminizm sergilemekte ve kadın irâdesi ile sevgisinin gücünü, çok estetik ve edebî bir biçimde sergilemektedir.

            Sâfiye Erol’u okuyanlar, bir yandan ideâl ahlâkı, aşkı, sevgiyi, sadâkati, olabilecek en estetik ve edebî bir biçimde görmekte, bir yanda hayâtının merkezinde olan Kadıköy’e dâir müthiş anlatımlar, bir yanda da 1930’lu yılların Türkiyesi’ne ve Türk inkılâbına dâir aktarımlar görmektedir...


            Bu yazı, objektif bir edebiyât yazısından öte, Sâfiye Erol’a duyulan hayranlığın, Kadıköy özelinde ifâdesidir. Safiye Erol’un şâheseri olan Ciğerdelen’i ise ayrı bir yazıyla ele alacağım. Edebî ve estetik zevki tatmak isteyen, 1930’lu yılların Türkiyesi’ni ve Kadıköyü’nü tanımak isteyenlerin mutlâka okuması gereken bir yazardır... Tavsîye ederim, efendim... Okuyunuz...      

26.06.2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA

7 Haziran 2016 Salı

VARLIĞIN SORGULAMASI - TATAR ÇÖLÜ


            İtalyan edebiyâtının büyük isimlerinden Dino Buzzati’nin büyük eseri... Tatar Çölü... Türkçe baskısı İletişim Yayınları’ndan çıkan eser, herkesin unuttuğu bir sınır kalesi olan Bastiani Kalesi’nde geçiyor. Berâberinde de bir militarizm sorgulaması ve İtalyan düşüncesinin temelinde yer alan Türk-Tatar korkusunu ele alıyor.

            Romanın ana kahramanı, kahraman olma hayâlleri kuran genç bir subay. İlk görev yeri olan bu sınır kalesine atanmadan evvel genelde silik bir görüntü çizen bu karakter, görev yerine ulaştıktan bir süre sonra buraya dâir anlatılanların etkisiyle kendisini düşman saldırısını engelleyecek kahraman bir subay olarak görmekte ve bunun hayâlini kurmaktadır.

            Sınır kalesi, adına Tatar Çölü denen, uçsuz bucaksız bir düzlüğe bakmaktadır ve buradan sürekli olarak bir saldırı beklenmektedir. Her ne kadar artık ne silâhlı kuvvetler, ne de hükûmet, böyle bir beklenti içinde olmasa da, Tatar Çölü, kaledekilerin yaşama sebebidir. Burada aslında genel olarak İtalyan bilinçaltına yerleşmiş Türk-Tatar korkusunu görüyoruz. Zâten kitâbın adı da buradan geliyor.

            Bu hayâlî kale ile hayâlî çöl ile bu hayâlî çölden medeniyete saldıracak olan barbar Tatarları engelleyecek kahramanlar... İnsanoğlu, her zaman kendi yaptıklarına bir anlam yüklemeye çalışır. Anlamlı hareket etmek, bir nevî bedeldir, aslında. Dolayısıyla yitip giden, yaşanmamış, hebâ edilmiş bir hayâtın anlamı... Daha doğrusu bedeli... Var olmayan düşmâna karşı tetikte beklemek... Buradaki hayâlî düşmân üzerinden yaratılan kahramanlık algısı, aslında temelde Türk-Tatar korkusuna yönelik büyük bir eleştiridir. Bu yönüyle de çok önemlidir.

            Bir diğer yönü de militarizme yönelik eleştirisidir. Kahraman olmak isteyen askerlerin, savaş isteğinin gücü görülür. Çöldeki her ışık ya da her hareket, inanılmaz bir hareketliliğe, söylentilere yol açar ve yeniden eski umutların canlanmasına yol açar. Bu kaledeki askerler için beklenen düşmân saldırısı, bir umuttur. Yâni artık var olan durumu, vatanını koruma isteği değildir. Şân ve şeref sâhibi olma isteği de değildir. Hattâ hep var olan kahraman olma isteğini de aşmıştır. Artık var olan bir hayâlin peşinden hebâ edilen bir hayâta anlam katmaktır. Yâni yitip gidenlere bahâne bulmaktır, aslında.

            Dino Buzzati, militarizme, bilinçaltındaki Türk-Tatar korkusuna ya da ömrünü hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayâllerin peşinden sürükleyenlere yönelik bu eleştiriyi yazarken, aslında bütün bir evrenin ya da insanlığın sorgulaması vardır. Ne için yaşıyoruz ya da vazgeçtiğimiz şeylerden ne için vazgeçiyoruz? Peki, uğruna vazgeçtiklerimiz, vazgeçtiklerimiz kadar gerçek mi? Eğer gerçek değilse, hangi dürtü ya da amaç, insanları gerçek olmayan şeyler için kendi hayâtına hebâ etmeye yöneltebilir ki? Bu durumda, bu dürtü ve amaçlar ne kadar gerçektir, ne kadar inandırıcıdır? İşte, müthiş bir sorgulama... Varlığımızın varoluşsal sorgulaması... Franz Kafka ya da Albert Camus gibi...

            Bununla berâber bütün bunların ötesinde ne Türk-Tatar korkusunu, ne militarizmi, gözümüze sokmadan anlatan, sorgulatan, edebiyâtla felsefeyi birleştirip, okuyucunun beyninde müthiş sorular sorduran bir yazar var...

            Okumak güzeldir... Sormak güzeldir... Sorgulamak güzeldir...

            Okuyunuz, efendim... Sorunuz, sorgulayınız, sorgulatınız...

7 Haziran 2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA