16 Aralık 2018 Pazar

Yeni Bir Fikir - Dost A.Ş.




Bütün varlığını dünyaya ilan etmeden yaşamanın seni sınırlayacağını düşünüyorsun, biliyorum. Yalnızca insanlara gösterilebilir şeyler yaşamaya çalışıyorsun artık; kendin için değil başkaları için yaşıyorsun tecrübelerini. Yalnız olmaktan korktuğunu biliyorum. Ama bu acınacak hâlimizi değiştirmiyor: Sonuçta hep yalnızız; ve daha önemlisi, asla yalnız değiliz.”

Bu paragraf, Dost A.Ş.’nin karakterlerinden birine âid. Dost A.Ş., İsmâil Biçer’in ikinci romanı. Daha önce 2016’da Düş Cambazı adlı bir roman kaleme almış. Henüz onu okumadığım için bir şey diyemem ama internetten arka kapak yazısına bakınca ilgimi çektiğini ve Dost A.Ş.’deki gördüğüm tarz ile yakın olduğunu söyleyebilirim.

Dost A.Ş., Karakum Yayınları tarafından yayınlanmış bir eser. Genel olarak aynı isimli bir danışmanlık şirketi üzerinden kurgulanmış bir hikâyeyi bize sunuyor. Buna göre toplum içinde çeşitli sorunları olan insanların yakınlarının başvurusuyla devreye sokulan bir psikolojik hizmet dersek yanlış olmaz. Tabiî, burada bu psikolojik hizmetin ne olduğu önemli. Kitâbın da farkı burada.

Dost A.Ş. adlı şirketin verdiği hizmet, diğer psikolojik hizmetlerden epeyce farklı... Psikoloji ve oyunculuk konularında eğitim almış elemanlar, yakınları tarafından başvurulan kişilerle bir haftalık bir dostluk kuruyorlar. Yâni insanlara kaybettikleri en önemli özelliklerinden birini tekrar kazandırmaya çalışıyorlar.

Eser, konusu îtibâriyle özgün. Bildiğim kadarıyla bu ya da benzeri bir konuda kitâb yazıldığını görmedim. Dolayısıyla kitâbın bu özgün yapısı, onu etkileyici kılıyor. Öyle ki, kitâbı okuyan bâzı girişimcilerin bu tarzda bir danışmanlık şirketi kurmasına şaşırmayacağımı söyleyebilirim. Birçok kişiye yeni bir girişimcilik dalı olarak fikir verebilir.

Ayrıca hikâyenin başlangıcı, okuyucuyu kendisine bağlamak noktasında oldukça etkileyici bir yapıda. Bu bir kitâb için çok önemlidir. Genelde girişi etkileyici olmayan kitâbların ilerleyen sayfalarda bunu yakalaması çok zor olur. Dolayısıyla yazarımız, bu konuda kitâbın ilk cümlesinden bizi bağlamayı başarıyor. Ancak kitâbın diğer iki başarısını da vurgulamamız gerekir ki, o da kitâbın girişindeki anlatımın her sayfasında güçlenerek devâm etmesi ve sonucu da başlangıç ve iç kısımlardan daha da etkileyici bir biçimde tamamlaması. Yâni kitâbın dilinin akıcılığı, okuyucunun romanı bırakmak istememesini sağlamak... Bu çok önemli...


İyi bir kitâb okuyucusu, okuduğu kitâbın bitişini maddî olarak bitişten değil, sonuçtaki anlatımdan anlamak ister. Yâni okuduğunuz kitâb biterken, eğer bir devâm kitâbı olmayacaksa, mümkün olduğu kadar en vurucu şekilde bitmesi gerekir. Bir devâm kitâbı olacaksa bile vuruculuğu yakalamak önemlidir. Ama tabiî, bu durumda açık kapı bırakmak gerekeceği için bu farklı bir şekilde olur. Yine de her iyi kitâb, vurucu bir sonla bitmelidir. Böylece kitâbı okuyup, kapağını kapatan kişinin üzerindeki etkisi devâm edebilsin. Yazarımız bunu çok güzel bir biçimde yerine getirmektedir.

Bir roman için diğer önemli bir özellik, hikâyenin aktarımında çelişkilerin olmamasıdır. Eğer bir hikâye aktarılırken içinde çelişkiler barındırıyorsa, bu ciddî bir değer kaybına sebeb olur. Ancak yazarımızın bu konuda dikkâtli olduğu görünmektedir. Zîrâ romanın içerisinde tutarlılığa son derece önem verilmiştir. Hattâ bir ân çelişki mi var dediğiniz kısımların bile son derece tutarlı olduğunu, bu kısımların da romana ayrıca değer kattığını görüyorsunuz.

Kitâbın başından sonuna kadar bir sinema filmi, hayâl etmedim dersem yalan olur. Gördüğüm kadarıyla senaryo hâline getirilmeye de oldukça uygun olan bir eser. Belki bir gün, “Dost A.Ş. sinemalarda” diye bir afiş görebiliriz. Kim bilir...

Sözün özü, çok beğendiğim ve okurken zevk aldığım bir eser olmuş. En kısa zamanda yazarımızın ilk kitâbı olan “Düş Cambazı”nı da okuyacağıma emîn olabilirsiniz.... Okuyunuz, efendim... Okumak güzeldir...

16.12.2018

KUTLU ALTAY KOCAOVA


9 Kasım 2017 Perşembe

SAVAŞÇININ DOKUZ İLKESİ’NE DÂİR

     
   


            Geçtiğimiz ekim ayında çok değerli bir kitâb, hayâtımızdaki yerini aldı. Üstelik başucu kitâbı olacak derecede güçlü, önemli ve değerli bir kitâb olarak… Savaşçının Dokuz İlkesi, değerli Mete Aksoy’un, liderlik, strateji, askerlik, iş dünyâsı ve benzeri alanlarda okuduğu, incelediği yüzlerce eserin sonucunda ortaya çıkan bir sistematik yapı…

            Şimdiye kadar birçok kitâb yazısı yazdım. Ancak hiçbirine bu şekilde giriş yapmadım. Böylece kitâbın beni ne kadar etkilediğini göstermek istiyorum. Historia Yayınları’nın henüz yayınladığı ilk kitâbla böyle bir başarı yakalamasını da tebrîk etmek gerekir. Yazar Mete Aksoy ise zâten gerek Türkiye’de, gerek ABD’de yaptığı çalışmalar ve ortaya koyduğu eserlerle bildiğimiz ve değer verdiğimiz biri…

            Kitâb, adında görüldüğü gibi savaşçının dokuz ilkesi üzerine hareket ediyor. Elbette buradaki savaşçı kavramı, sâdece askerî anlam ifâde etmiyor. Askerler, iş adamları, siyâsetçiler ve daha birçokları. Yâni aslında hayâtın kendisini ifâde ediyor. Hayât mücâdelesinin nasıl kazanılacağını…

            Yâni kitâbı okuyan herkesin, kendisinden bir şeyler bulabileceği bir eser. Meselâ bir öğretmen olarak ben, kitâbın ortaya koyduğu “basitlik ilkesi” üzerinden öğrencilerimle bir çalışma yapmaya başladım bile… Yazar Mete Aksoy’un birkaç hafta evvel sosyal medya üzerinden paylaştığı, kendisine sorulan bu kitâbın, kızları etkilemeye karşı da işe yarayıp yaramayacağına dâir bir soru da, aslında çok önemli. Bu kitâbın, hayâtın her alanına hitâb edebildiğini ve herkesin “hedef ilkesi” doğrultusunda önemsediği konuda faydalanabileceğini gösteriyor ki, bu muazzâm bir başarıdır.

            Yazarımız, kitâbın başında kendisinin de insan olduğuna vurgu yaparak, hatâ yapabileceğini söylüyor. Ancak kitâbın içerisinde birkaç harf hatâsı ve sıralama hatâsı dışında bir hatâ olmadığını söylememiz gerekir. Harf hatâları, oldukça doğaldır ve yaklaşık dört yüz sayfalık bir eserde olmaması imkânsızdır. Bunu da kitâbı alıp, basitlik ilkesinin ikinci kuralını okuyanlar anlayacaktır. Dolayısıyla böyle bir eserde, bu kadar az harf hatâsının olması, büyük bir başarıdır. Bu noktada kitâbın editörünü tebrîk etmek gerekir.

            Bununla birlikte “Kuvvet Tasarrufu Prensibinin Teorisi” kısmında bir sıralama hatâsı bulunuyor. Prensibin “sıklet merkezi prensibi” ile ilişkisi anlatılırken, sıklet merkezi prensibinin bir sonraki bölümde anlatılacağı için kısaca geçileceği söyleniyor. Ancak aslında bir önceki bölümdeydi. Sanırım yazım esnâsında kuvvet tasarrufu prensibi daha önce yazıldığı için dikkatten kaçmış. Ancak kitâba etkisi olmadığı ve bir sonraki basım için rahatlıkla düzeltilebileceği için üzerinde durmamak gerekir.

            Kesinlikle söyleyebilirim ki, bu kitâbı okurken, bir subay olsaydım, bütün astlarıma okumalarını emrederdim; Harp Okulu ya da Harp Akademileri’nde görevli olsaydım, okuma zorunluluğu getirirdim. Herhangi bir şirketin yöneticisi olsaydım da, çalışanlarıma okumalarını emrederdim. Millî Eğitim Bakanlığı’nda yönetici konumunda olsaydım, bütün öğretmenlerden okumalarını isterdim. Yâni hangi alanda etki ve yetki sâhibi olursam olayım, altımdakilerden mutlâka okumalarını isterdim.

            Okumalısınız, mutlâka okumalısınız…

9 Kasım 2017


Kutlu Altay KOCAOVA

19 Ağustos 2017 Cumartesi

ATSIZ HOCA VE RUH ADAM




           Ruh Adam… Şimdiye kadar birçok defâ üzerinde yazı yazılan, konuşulan, tartışılan bir Atsız eseri. Son olarak İz TV’nin “Yazarlar ve Romanlar” konulu belgesel dizisinin Ruh Adam bölümü için Atsız Hoca ve Ruh Adam'dan söz ettim, Ruh Adam ve Atsız Hoca üzerine konuştuk.

            Ruh Adam’ın konumu, gerek benim için, gerekse de çevremde bulunan ve düşüncelerimi paylaşan birçok kişi için oldukça farklıdır. Ruh Adam’da Atsız Hoca’nın kendisi vardır, başkaldırısı, düşüncesi, sorunları, hayâtı vardır. Zâten kendisi de anlatılanların çoğunun gerçek olduğunu vurgulamıştır.

            Eser, aslında 1948 yılında yazılmış, ancak Atsız Hoca, basılması için 1970’li yılları beklemiştir. Bunda da temel neden, saygıdeğer eşini üzmemek düşüncesidir. Bu da Atsız Hoca açısından oldukça takdîre şâyan bir durumdur. Zîrâ böyle bir eseri kaleme alıp, 20 yıldan fazla süre beklemek, pek kolay bir şey değildir.

            Ruh Adam’ı şimdiye kadar on altı defâ okudum. Her seferinde farklı bir tat, farklı bir lezzet aldım. Elbette neredeyse her yerini ezbere biliyorum. Bilinmedik hiçbir yeri yok diyebilirim. Ancak artık Ruh Adam okumak bir edebî zevktir. Kânûnî Sultân Süleyman Han’ın bir şi’rindeki ifâdeyle “lezzet-i ervâh”, yâni ruhların lezzetidir.

            On altı defâ okuduğum bir kitâbın akıcı olup olmadığından söz etmeye bile gerek yok. İstediğiniz kadar yazarını ve eserini sevin, hayran olun, akıcı bir dili olmadığı sürece birden fazla defâ okumazsınız. Hadi en fazla iki diyelim… On altı defâ olmaz, herhâlde…

            Atsız Hoca, Ruh Adam’ı bilindiği üzere, kökleri Hun dönemine dayanan bir Uygur masalı ile başlatır ve sonrasında bu masalın, nasıl gerçeğe dönüştüğü görülür ve romanın sonu da buna göre şekillenir. Romanın kahramânı Selim Pusat, arkadaşı Şeref ile berâber dürüstlüğün, temizliğin, şerefin vücûd bulmuş hâlidir. İnandıkları uğruna her türlü eziyeti göze alan ama inandıkları, varlıklarını teslîm ettikleri bir kurum tarafından ezilen bu insanların yaşadığı psikolojik çöküntü ise aslında tam bir Türkiye gerçeğidir.

            Selim Pusat ve Şeref, düşüncelerini özgürce ifâde ettikleri için cezâlandırılmış, işkence görmüşlerdir. Bu yönüyle eser, düşünce ve ifâde özgürlüğünü ortaya koyan muazzâm bir eserdir. Bununla birlikte eserin bu kısmının Atsız Hoca’nın hayâtının iki dönemine vurgu yaptığını söyleyebiliriz. Birincisi, Atsız Hoca’nın 1. Türk Târih Tezi denilen şeye karşı tepkisini koyması, kimsenin eleştiremediği bir dönemde eleştirisini en yüksek perdeden, doğru bir şekilde göstermesi ve sonucunda Türkiyat asistanlığı görevinden atılıp, akademi kariyerinin ortadan kaldırılmasıdır. İkincisi ve en önemlisi de, mâlum 1944 zulmüdür. Bu zulüm, Atsız Hoca ve kardeşi Nejdet Sançar’ın hayâtına çok büyük bir darbe vurmuştur. Bu darbeden en çok etkilenen de daha doğmadan ve doğduktan hemen sonra sağlıklı bir şekilde beslenmesi engellenen, hastalandığında tedâvisi için zorluklar çıkarılan ve henüz çocuk yaşta, 16 yaşında boğuştuğu hastalıklardan dolayı ölen Afşın’dır. Bu yönüyle Yüzbaşı Şeref, Nejdet Sançar’a dönüşmektedir. Elbette bu konuda bire bir ve gerçekçi bir bağlantı kurmak için yeterince verimiz yoktur ama yaşananlardan dolayı Yüzbaşı Şeref karakteri, doğrudan Nejdet Sançar ile örtüşmektedir.

            Ruh Adam romanını öne çıkaran bir diğer unsur da, özellikle dîn konusundaki sorgulamasıdır. Bunu Selim Pusat’ın Tanrı ve peygâmberlerle olan diyaloğunda görebiliriz. Böyle bir diyaloğu bugün görebilir miyiz, tartışılır. Ancak kitâbın bu yönü, onun değerini de arttırmaktadır.

            Romanın karakterleri arasında yer alan ve ana karakterler arasında yer alabilecek olan Güntülü ve Aydolu da, gerçek karakterlerdir. Atsız Hoca’nın ifâdesine göre bu kızların gerçek isimleri biraz değiştirilmiş olsa da, isimleri oldukça yakındır. Elimizdeki bilgiler, biraz daha araştırarak bu isimlerin kimler olduğunu öğrenmemiz için yeterli olsa da, hem Atsız Hocamızın, hem de bu kızların hâtırâlarına duyduğum saygıdan dolayı kim olduklarının öğrenilmesine karşıyım. Bâzı şeylerin sır olarak kalması iyidir.

            Bu arada hem Ruh Adam’ı, hem de Safiye Erol hanımefendinin romanlarını okuyanlar, aradaki benzerliği fark edecektir. Bu konuda Atsız Hoca’nın, bana göre Türk romancılığının zirvesi olan Safiye Erol’dan etkilendiği ortadadır. Zâten Atsız Hoca, bu benzerliği gizlememiş, birkaç defâ vurgulamıştır. Romanın içinde de Safiye Erol’a selâm çakarak, onu anarak göstermiştir.

            Ruh Adam, târihin, masalların, siyâsetin, askerliğin, ihânetin, çıkarların, aşkın ve şerefin romanıdır… Okuyunuz efendim…
KUTLU ALTAY KOCAOVA

19.08.2017

11 Ağustos 2017 Cuma

ORTADOĞU TÂRİHİNE DÂİR ÇOK ÖNEMLİ BİR KAYNAK: PAYİTAHTIN SON YILLARINDA BİR SEFİR

 

           Klasik Yayınları, 2006 yılında çok önemli bir eseri Türk okurlarına sundu. Osmanlı topraklarında İrân’ın son büyükelçisi olan Han Melik Sasanî’nin “Yadbudha-yı Sefaret-i İstanbul” eseri, Hakkı Uygur tarafından Türkçe’ye “Payitahtın Son Yıllarında Bir Sefir” adıyla çevrildi.

            Han Melik Sasanî, İrân diplomasi kademelerinin birçok alanında görev yapmış, oldukça tecrübeli bir isim ve genel olarak görev yaptığı yerlerdeki diğer yabancı diplomatlarla arası iyi olmuş olan biri. Kitâba baktığımızda tam bir İrân vatanseveri ve milliyetçisini görüyoruz. Bununla berâber bu duygu ve düşünceleri, verdiği bilgilere yansımamaktadır.

            Bu kitâb, hem Osmanlı’nın, hem İrân’ın, hem de genel olarak Ortadoğu’nun 19. yüzyılın ortasından îtibâren neler yaşadığını ortaya koyduğu gibi bu yaşananların sebeblerini de ortaya koyuyor. Sasanî, beklenmeyecek ölçüde bir özeleştiri sunuyor ve bu özeleştiri ile Ortadoğu’nun yaşadıklarının sebeblerini ortaya koyuyor.

            Elçilik arşivine dayanarak verdiği bilgiler ile Osmanlı’nın son döneminde yaşanan ve bilmediğimiz birçok konuyu ortaya koyuyor. Ancak kitâb, 1965 yılında yazılıp, 2006 yılında Türkçe’ye çevrilmiş olmasına rağmen, maâlesef Türkiye’de söz konusu döneme dâir araştırma yapanların çok az kullandığı bir eser. Şimdiye kadar sâdece birkaç makâle ve kitâbda kaynakça olarak kullanıldığını gördüm ki, bu Türk yakın târih araştırmacıları açısından büyük bir eksiklik. Özellikle Sultân 2. Abdûlhâmid dönemi ile İttihâd Terakkî dönemine dâir araştırma yapacak târihçilerin mutlâka okuması gereken bir eser.

            Yazar, bir yandan, soyadından bekleneceği üzere, Fars millîyetçiliğine sâhib olsa da, İrân coğrafyasına hâkim olan bütün yönetimleri, genel olarak İrânlı olarak nitelemektedir. Öyle ki, İrân’dan Osmanlı’ya gönderilen elçilerden söz ederken, Emîr Timur’un, Bayındır Uzun Hasan’ın (Ak Koyunlular) gönderdiği elçileri de saymaktadır. Anlatımlarına bakılırsa, İrân târihini tek parça olarak ele almakta ve aradaki Fars, Arab, Türk bütün yönetimleri, İrân devletinin parçası olarak nitelemektedir.

            Ayrıca eserin bir diğer önemli tarafı da, İrân topraklarındaki Türk kökenli yönetimin Farslaşmasının adım adım görülebilmesidir ki, Han Melik Sasanî, bunu çok güzel bir biçimde ortaya koymuştur. Bununla birlikte Osmanlı topraklarında yaşayan Şiîlere yönelik ilgisi de oldukça önemlidir. Kendisi Bektâşîleri, Alevîleri ve Tahtacıları, gulât (aşırı) Şiî olarak nitelemektedir ve bu konuda çok önemli istatistikler ve bilgiler vermektedir.  

            Sasanî, Osmanlıların İrân’a yönelik politikalarını da sık sık eleştirmektedir. Ancak eleştirirken kullandığı dil, Osmanlı’ya dâir düşüncelerini ortaya koymaktadır. Bununla berâber Osmanlıların İrân vatandaşı Türklere olan politikasına dâir yazdıkları da oldukça serttir. Bununla birlikte bu yazılanlar, Osmanlı politikası konusunda bilgi edinmek isteyenler için oldukça önemlidir. Özellikle Osmanlıların Turan ve İslâm birliği politikası, bu politikalar doğrultusunda askere alınan İrânlılar (Türk ve Fars) konusunda bilgi edinmek isteyenler, mutlâka okumalıdır.

            Sasanî, bir edebiyatçı olmamasına rağmen oldukça akıcı ve etkili bir dile sâhibdir. Dolayısıyla okurken, okuyucuyu zorlamadığı kitâb, kolay okunabilmektedir. Bu, kendisi açısından önemli bir noktadır. Bununla birlikte Klasik Yayınları’nın çevirisi açısından bâzı sıkıntılar bulunmaktadır. Elbette dille ilgili bir sıkıntı bulunmamaktadır. Ama Hicrî Şemsî (Osmanlıların Rûmî dedikleri İrân takvîmi) ve Hicrî Kamerî takvimlerin milâdî takvimle karşılıkları verilirken, bâzı hatâların yapıldığı görülmektedir. Umarım ileride, eserin ikinci baskısı yapılırsa (bunu hak ediyor), düzeltilmiş olur.           
            Bu kitâbda Ortadoğulu toplumların (Türk, Arab, Fars) sosyolojik yapıları, bürokratik yolsuzlukları, çürümüşlükleri bulacaksınız. Çok değerli istatistiklere ulaşacaksınız ve çok değerli hâtırâlar okuyacaksınız. Yâni bu kitâb, sosyoloji, istatistik, hâtırâlar ve en önemlisi de târih alanında okuyanlarla çalışanlar açısından çok önemli bir eserdir.


26 Temmuz 2017 Çarşamba

KADRAN KADRAJ - Gerçeğin, Gerçeküstünün ve Gerçekdışının Romanı



Kadran Kadraj… Koray Sarıdoğan’ın ilk romanı. 20 Mart 2015’te yayınlandı. Kitâbla buluşmam ise kitâb yayınlandıktan birkaç gün sonra gerçekleşti. Kadran Kadraj, sürrealist, fantastik, mistik bir roman ve gerçek, gerçek üstü ve gerçek dışı hakkında sorgulamalarla dolu olan bir eser.

Kadran ve kadraj… Ses olarak benzeseler de, pek ilgisi olmayan iki kavram. Biri, sa’âtlerle ilgili… Diğeri ise fotoğrafla ilgili… Sa’âtler konusunda pek bilgim ve ilgim olmasa da, fotoğraf, benim için en değerli ve anlamlı alanlardan biri. Bu kitâbın, benim için değerli olmasının nedenleri arasında fotoğrafçılığım etkisi büyük. Bununla berâber bu iki kavramın birbiri ile ilgisi pek olmasa da, öz olarak önemli bir yakınlığı var. Bu yakınlık ise, zamâna dâir olmaları. Her ikisinde de hareketin ortasında yaratılmış bir durgunluk var ve her ikisi de, insanoğlunun en büyük isteklerinden birini, bir nebze gidermeyi amaçlıyor: Zamânı durdurmak.

Koray Sarıdoğan’ın bu eseri, sorgulatan bir eser. Romanı okurken, insan ister istemez felsefenin içerisinde buluyor, kendini. Gerçeği düşünüyor. Gerçeğin, gerçekten var olup, olmadığını düşünüyor. Gerçek üstünü, gerçek dışını düşünüyor. Bunların birbiri ile ilişkisini düşünüyor. Yâni Kadran Kadraj’ı okuyacaklara tavsiyem, kitâbı ellerine almadan evvel önyargılarını, dogmalarını, sorgusuz suâlsiz benimsedikleri kabullenmeleri bir kenara bırakmalarıdır. Aksi takdirde ya kitâbı, okumayı bırakırlar ya da ciddî bir fikir sarsıntısına kapılabilirler ki, bu da oldukça güzeldir, aslında.

Romanda üç ana karakter var. Kalender, Kumru ve Kalender’in babası Celal… Tabiî kitâbın diğer ayrıntılarına girmeye gerek yok. Onu, okuyanların kendisinin bulması gerekir. Zîrâ bir kitâb, iki kişi tarafından yazılır. Biri yazarın kendisi, diğeri ise okur. Çünkü her okurun, görüşü ve algısı farklıdır. Bu yüzden de yazılanların okur zihnindeki karşılığı farklıdır. 

Bununla berâber romanın içerisinde uzun bir süre, herhangi bir gerçek üstü durumla karşılaşılmıyor. Doğal bir insan hayâtı… Hattâ Kumru ile bile yaşananlar, tanışma, yakınlaşma oldukça doğal bir seyir izliyor. Bu arada ikili arasındaki erotizm, oldukça başarılı bir tarza sâhip. Zîrâ ne seviyenin düştüğünü gösteren bir pornografiye, ne de insan doğasının engellemeye çalışan bir muhafazakârlık var. Sâdece doğal insan hayâtının bir parçası.

Dolayısıyla kitâbı okurken, insân hayâtının parçaları, gerçekleri ve doğası ile bunların ne kadar gerçek olduğunu sorguluyorsunuz ve tüm delilik algoritmalarını bildiği için iyileşmesi mümkün olmayan mutlak bir delinin yaptıklarını izliyorsunuz…

Benim kitâblar ve yazarlar hakkında, kendim de dâhil olmak üzere, bir düşüncem var. Genelde (genelleme yapmayı sevmesem bile) yazarların, ilk romanları daha güzel ve anlamlıdır. Tabiî olarak Koray Sarıdoğan için ikinci romanını da görmek gerekir. Ama onun için bir süre bekleyeceğiz. Beklerken ise, bekleme salonunda olanlara tavsiyem, bu güzel eseri, bir ân evvel edinmeleri ve okumalarıdır. Daha önce de dediğim gibi, okuyunuz efendim.

KUTLU ALTAY KOCAOVA


16.04.2015

29 Nisan 2017 Cumartesi

KİTÂBLARLA SÖYLEŞEN KİTÂB



            2017 yılı bize yeni bir eser kazandırdı. Kitâblarla yaşadığı sevgiyi, kitâblarla berâber yeni bir kitâba dönüştüren değerli Oğuzhan Saygılı hocamın “Kitaplarla Söyleşi 1” adlı eseri yayınlandı.

           Eserden söz etmeden evvel Oğuzhan hocamdan söz etmek isterim. Kendisi değerli bir eğitimci olmasının yanında Türkiye Kamu Çalışanları Vakfı Gâziantep şubesinde çok değerli faâliyetler yürütüyor. Bu faâliyetlerin başında ise “Okuduğumuz Kitabı Anlatıyoruz” etkinliğinin yeri ayrı.

            Bu etkinlik, etkinliğe katılan kişilerin, okudukları kitâbları orada bulunan insanlara sunması üzerinden gerçekleştiriliyor. Bildiğim kadarıyla birkaç yıldır devâm eden bu etkinlik, epey bölgeye ve farklı gruplara da yayılmış durumda. Bu çok güzel bir şey. Değerli Oğuzhan hocamın bu kitâb sevgisi ve tutkusunun öğrencilerine de geçeceğine adım gibi emînim. Zîrâ bir öğretmen olarak kitâb okuma konusunda en etkili üç kişi, kitâb okuyan öğretmen, kitâb okuyan anne ve kitâb okuyan baba olduğunu düşünüyorum. Önündeki örneklerin kitâb okuduğunu gören çocuk, ister istemez kitâb okumaya yönelmektedir. Tabiî, bu konuda dayatma yapılmayıp, çocuk özgür bırakılırsa, elbette çok daha etkili olur.

            Bu kısa girizgâhımızdan sonra esere gelecek olursak, kırk bir farklı yazıdan oluşuyor. Bu yazıların her biri, farklı bir kitâbın tanıtımı. Yazarımız önsöz kısmında “tanıtım yazısı mı, tahlil mi, kitap özeti mi, eleştiri mi” olduğuna okurun karar vereceğini söylüyor. Bunda sonuna kadar haklı. Zâten aynı zamanda bir yazar olarak her zaman kitâbların iki yazarının olduğunu söylerim. Biri, yazar; diğeri okuyucu… Çünkü okuyucu, çoğu zaman kitâbın yazarından bambaşka bir kitâb okumuş olur. Elbette bu bizim zihnimizin güzelliğidir. Peki, kitâbın ilk okuyucularından biri olarak bu kitâb, bana göre neyi ifâde ediyor?

            “Kitaplarla Söyleşi”, tanıtım yazıları, tahliller ve eleştirilerin hepsini ama bunların da ötesinde bir şeyi barındırıyor. O da kırk bir yazının tamâmının aynı zamanda birer makâle ve deneme olduğu gerçeği… Kitâbı okuyanlar ya da ilgili gazete ve dergilerde belirtilen târihlerde okumuş olanlar, kitâb tanıtımının ötesinde olduğunu fark edeceklerdir. Zîrâ gördüğümüz şey, hem bunları kapsayan, hem de dışında ve bağımsız olan bir şey… Bu çok önemli. Eğer bu eseri, sâdece kitâb tanıtımı ya da eleştirisi olarak okursanız, hem haksızlık etmiş olursunuz, hem de hatâlar bulabilirsiniz. Meselâ bir kitâb eleştirisi ya da değerlendirmesi yazılırken, genel olarak kitâbın genel konusu dışında, detay teşkil eden bilgi verilmemeye çalışılır. Yâni kitâbı, okuyucunun gidip alması ve okuması beklenir. Oğuzhan bey, öyle yapmıyor. Kitâbı tanıtırken, aynı zamanda kitâbın içinden değerli bilgiler veriyor. Bu da söz konusu yazıyı, tanıtım, eleştiri ya da değerlendirme yazısının dışına, daha üst bir boyuta taşıyor. Bu da muazzâm bir sentez aslında. Yâni kitâblara dâir yazılan yazılarda hem kitâb tanıtımı, hem kitâb eleştirisi, hem kitâb değerlendirmesi, hem de değerlendirilen kitâbın konusu üzerinden bir makâle ya da deneme, hem de bunların komple birleştirilmesi, sentez hâline getirilmesi.

            Bu durum kitâba çok önemli bir özellik daha kazandırıyor. O da eserin kırk bir kitabın değerlendirmesi ile sınırlı kalmaması. Yâni bu yönüyle kırk bir kitâb yazısının altında iki yüze yakın kitâbı bulabiliyoruz. Tabiî, bu kitâblar, çoğunlukla incelenen kitâbların kaynak olarak kullandığı kitâblar. Ancak çoğu kitâb yazısında kaynakçada belirtilen kitâblara pek vurgu yapılmaz. Elbette bir kitâb yazısı için kaynakça kitâblara vurgu yapmak çok gerekli değildir. Ancak yazarımız böylece tanıttığı ya da adını duyurduğu kitâbların sayısını da arttırmış oluyor. Meselâ “Cemal Paşa ve Ermeni Göçmenleri: 4. Ordu’nun İnsani Yardımları” başlıkları yazıyı okuyanlar, Ali Fuat Erden’in 1. Dünyâ Savaşı’nda Sûriye cephesini anlattığı “Suriye Hatıraları” adlı eserini de görecektir. Aynı şekilde Halil İnalcık’ı anlatan kitâbın tanıtımında birçok kişi, ister istemez Halil İnalcık’ın yazdığı kitâblarla ilgilenecektir.

            Bu durum, kitâbın sunuş yazısını hazırlayan değerli İskender Öksüz’ün de dikkâtini çekmiş ki, sunuş yazısının son paragrafında şöyle demiş: “41 yazıda, birkaç sayfa içinde bazen bir, bazen birkaç kitabı birden öğreniyorsunuz”. Evet, bu gerçek bir başarı hikâyesidir ve her yönüyle çok değerlidir.

            Bununla berâber kitâbın son kısmının Tatar Türklüğünün büyük aydını Fâtih Kerimî’ye ayrılması ise çok güzel bir davranış olmuş. Maâlesef, Türkiye’de Türklüğün ve Türk milliyetçiliği düşüncesinin büyük isimlerinden olan bu aydın, pek tanınmıyor. Hattâ konunun uzmanları dışında bilen yok desek, ne yazık ki, yanılmış olmayız. Kitâbın sonundaki üç yazıdan oluşan Fâtih Kerimî bölümü, hem bu büyük aydınımıza bir selâm, hem bu konuda ele alınan üç kitâbın yazarlarına (Fâzıl Gökçek ve Hayri Ataş) bir teşekkür, hem de okuyuculara değerli bir aydınımızın tanıtılmasıdır.

            Bu kitâbda hâtırâlar var, edebiyat var, başarılar var, kişisel gelişim var, târih var, sosyoloji var, psikoloji var ve en önemlisi Türklüğün ve insanlığın kendisi var. Kişisel gelişim kitâbı yazacak olanlara güzel ve etkili eleştiriler yer alırken, ne yapmaları gerektiği var; insanları başarıya ve mücâdeleye götüren hikâyeler yer alırken, kendi özeleştirimiz var. Günlükler, hâtırâlar, biyografiler yer alırken, târihin kendisi ve târihe bir de nasıl bakmamız gerektiği var. Savaşların târihin gölgesinde kalmış, sessiz insanların târihi var. Türklerin sosyolojik ve psikolojik yapısı yer alırken, bundan nasıl çıkabileceğimiz var. Fâtih Kerimî’nin İstanbul’da gördüğü ve büyük hayâl kırıklığı yaşamasına sebeb olan olayların, aslında büyük çöküşümüzün nedeni olduğu gibi bu durumdan kurtuluş için başarı hikâyelerinde yer alan çözüm var. Bu yönüyle de görebilen gözler ve anlayabilen zihinler için yazıların hepsi, birbirleriyle ilişkili…

            Ne diyelim, okuyunuz efendim… Kendinizi bulacaksınız…

KUTLU ALTAY KOCAOVA


03.02.2017

6 Şubat 2017 Pazartesi

BİR MEŞRÛTİYET DÖNEMİ KURGUSU: HORUS’UN GÖZÜ



            Geçen hafta sonu yeni çıkan bir kitâbı aldım. Serdar Alp Öztürk’ün “Kıyamete Dört Kala, Horus’un Gözü, İstanbul” adlı romanı, kendisinin ilk romanı olma özelliğini taşıyor. Büyük ihtimâlle romanı ilk okuyanlardan biri olarak kendimi şanslı hissettiğimi söyleyerek başlayabilirim.

152 sayfa olan eseri, oldukça akıcı olan dili sâyesinde birkaç saât içerisinde okumak mümkün. Bununla berâber yazar, olay kurgusunu oldukça başarılı bir biçimde kurmuş. Hiçbir noktada mantık dışı unsur yer almadığı gibi olayların birbirine bağlantısı da çok iyi oluşturulmuş.

Yazarın betimlemeleri de oldukça başarılı. Bu noktada yazarımızı tebrik etmemiz gerekiyor. Özellikle İstanbul’a dâir anlatımları okurken, kendinizi olayın parçası olarak buluyorsunuz. Betimlemelere bakılarak dönemin İstanbul’u ile romanda yer alan birçok yere ilişkin, yazarın çok iyi araştırma yaptığını söyleyebilirim. Bu noktada dönem içerisinde İstanbul’da yaşanan birçok olaya da yazar tarafından vurgu yapıldığını görüyoruz ki, bu da romana ayrı bir hava katıyor.

            Eser, Meşrûtiyet Osmanlısı’nda geçiyor ve esâs olarak dünyâyı sömürdüğü ve yönetmeye çalıştığı düşünülen masonik güçlerin Osmanlı üzerindeki planları üzerine gâyet iyi bir şekilde ilerliyor. Roman, üç karakter üzerinden hareket ediyor ve İstanbul’dan başlayıp, Haleb’e, oradan da Bâbil’e ve tekrâr Haleb üzerinden İstanbul’a uzanan bir yolculuğun hikâyesi, Sultânahmet’teki Dikilitaş’ın üzerinde yer alan Horus’un Gözü figürü esâs alınarak anlatılıyor… Osmanlı’nın son döneminde gerçekleştirilen ve maâlesef pâdişâh tarafından onay verilen sözde arkeolojik kazıların asıl amacının sorgulanması ve vurgulanması ise dikkâte değer bir durum. Ayrıca İstiklâl Savaşı yıllarında İstiklâl için olumlu ya da olumsuz önem oluşturan birçok yerin lehte ya da aleyhte yer bulduğunu da görüyoruz ki, bu durum, hem romana ayrı bir heyecân ve gizem katmış, hem de dönem şartlarında Osmanlı’nın ve Türklerin nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğunu güzelce göstermiş.

            Bunların yanında romanın, son döneminde Osmanlı’nın yıkımı için uğraşan, özellikle Arabları harekete getirmeye çalışan İngiliz ve Batılı güçlere karşı istihbârat operasyonlarında şehîd düşen nice isimsiz kahramana yönelik sessiz ve içten bir selâm olduğunu da söylersek, pek yanılmış olmayız. Bu yönüyle de eser, ayrı bir övgüyü hak ediyor. Elbette vatânî ve millî duygularımızı okşayan birçok eser var. Ancak bunu başarılı ve etkileyici bir biçimde yapmak ve sunmak, her zaman takdiri gerektiren bir durumdur.

            Heyecânın hiç bitmediği eser, vurucu ve etkileyici bir sona sâhib olsa da, bana göre bir devâm romanına kapı aralayacak ya da izin verecek şekilde sonlandırılmış. Bu da beni ister istemez, ikinci roman için beklentiye soktu. Bu elbette bir roman için güzel bir şey.

            Târih ile gizemi bir arada yaşamak isteyen okuyucular, bu eseri kesinlikle tavsîye ederim. Dolayısıyla yazarımıza böyle bir eseri, bize kazandırdığı için teşekkür ederim… Okuyunuz efendim…

KUTLU ALTAY KOCAOVA
06.02.2017